“Doğa” Hâlâ Yaşıyor mu Sahiden? | ÇEKÜL

“Doğa” Hâlâ Yaşıyor mu Sahiden?

Yazan: Ezgi Alkan - ÇEKÜL Vakfı İletişim ve Yayın Editörü

Yerel Kimlik Dergisinin 73. sayısında yayımlanmıştır. (sayfa: 42 - 47)

“Egzotik” doğanın modernist resimde bir arzu nesnesi olarak kendine yer bulması Paul Gauguin sayesinde gerçekleşti denebilir. Çağdaşı Paul Cézanne doğayı bir mercek üzerinden, geometrik formlar ve deforme edilmiş izlenimlerle gösterirken Gauguin mistik ve folklorik bir doğayı resmetti. Gauguin’deki farklılık, Modernizmin habercisi olan Romantikler gibi saf doğa manzaraları resmetmemesi, farklı kültürden insanları ve onların yaşam biçimlerini de resimlerine konu etmesiydi. Oryantalist bakışın bir uzantısı kabul edilebilecek bu resimler, aynı zamanda bir arayışın da belirtisiydi. 19’uncu yüzyılın son yıllarında Paris’ten ayrılıp Tahiti’ye yerleşen ve yaşamının geri kalanını çevredeki adalarda sürdüren Gauguin, sanatta rengi yücelten Fovizm akımına ilham verdi. O günden, diyebiliriz ki günümüze dek, bu biçimiyle bir ütopya hâline geldi “doğa”. Hem “ilkel” adıyla sanatta yüceltilen bir kavram oldu ve başta sürrealistler tarafından olmak üzere, ulaşılmak istenen üst bir kavram olarak belirlendi hem de dünya savaşlarının, büyüyen kapitalin etkisiyle kendini yanlışlayan bir ifadeye dönüştü. Bu resimlerin yapıldığı günlerde “egzotik” topraklar çoktan sanayileşmeye, gündelik hayat modernleşmeye, mitler hızla kaybolmaya başlamıştı. Erken dönem modernistlerin cazibeli, büyülü ve üstün bulduğu “ilkel” temaların bu denli ilgi görmesi hız (ulaşım teknolojilerinin gelişmesi ve yaygınlaşması), şehirleşme, üretim-tüketim dengesindeki şaşmalar ve yabancılaşmayla ilişkili; ilkelliğin nerdeyse yok olması da aynı nedenlere bağlı. Bugünün insanını; arayışlarını, ihtiyaçlarını tartışırken uzun yıllar önce yaşamış bir başka insanı düşünmek üzere geçmişe bakmak, bazı ortak noktaları fark etmeyi sağlıyor. Doğaya hâkim olmak isteyen insan, bunu yeterli ölçüde başardığı andan itibaren büyük korkularla yeniden “doğa” arayışına giriyor. Sığınacak bir doğa kalmadığında ne yapacağız?

Kurumakta Olan Burdur Gölü

Biz neredeyiz?

Paul Gauguin, "Bir Zamanlar...", 1892

Türkiye mirası düşünüldüğünde, kilit taşı değerinde bir yer Anadolu. Gerek doğal varlıkları gerekse yaşam kültürüyle, “işler kötü gittiğinde sığınacağımız” ve bize “kucak açacak” ev. Daha doğrusu, bir zamanlar öyleydi. Bugün ve burada yolunda gitmeyen her şey, oraya da uzanıyor. Endüstriyel tüketime dayalı hayvan ölümleri, biyoçeşitliliğin azalması, bulunduğu çevreye uyumlu olmayan yapılaşmalar; doğru şekilde yürütülmeyen koruma politikaları ve örgütsüzlük söz konusuyken, bize kucak açmaya devam edecek bir doğadan söz etmek adil ve etik değil. Büyük kentlerde yaşadığımız sorunları acil şekilde çözmek istediğimizde, sığınmayı hayal ettiğimiz Anadolu, bu sorunlardan tamamıyla muaf değil.

Şubat ayında milyonların canını yakan depremlerin etkisi hâlâ hissediliyor. Bundan sonra ne yapmamız gerektiğini bilmemize rağmen, alınmayan önlemler bizi gelecek konusunda kaygılandırıyor. Barınma ihtiyacını karşılama gereğince, yaşanan afet sonrasında yapılmak istenen ilk iş yeni konutların inşa edilmesi. Meydanlar, çarşılar, kamusal alanlar söz konusu edilmeden ve yalnızca binalar üzerinden düşünülen yeni ve tek tip yapılar hazırlanıyor. Afet bölgesindeki hayvanlar, bölgeye özgü bitki örtüsü, somut ve somut olmayan kültürel miras hakkındaki düzenlemelerin neler olacağı henüz bilinmiyor. Deprem ve hemen ardından yaşanan sel felaketiyle bir kez daha aynı gerçekle karşılaşılıyor; insan merkezli ve öncelikli anlayış tüketim odaklı yaşam tarzıyla birleşince, doğayı içinde yaşayan tüm canlılarla bir bütün, bir fauna olarak deneyimlemeye yaklaşmak mümkün değil.

Kültür de değişecek

Deprem, yaşadığımız ne ilk ne de son afet. Üstelik bilimsel verilerle varlığı kanıtlanan iklim krizi gerçeğiyle düşünülürse, afetlerin sayısı ve etkisi her geçen gün artacak. Bu da gösteriyor ki bütüncül şekilde tasarlanmış önlem ve koruma politikalarına ihtiyacımız var. Afetleri iklim kriziyle, çarpık kentleşmeyle, biyoçeşitliliğin azalmasıyla, bireysel ve kitlesel tüketim alışkanlıklarımızla, hatta toplumsal cinsiyet rolleriyle birlikte düşünmeden ele alamayız. Dahası; bugünün tarihini, kültürünü, sanat ve tasarım anlayışını belirleyecek olan da bu politikaların gereğince yerine getirilip getirilmemesi olacak.

Van Gogh Müzesindeki iklim krizi protestoları

ÇEKÜL ve TKB işbirliğiyle yayıma hazırlanarak raporlanan çalışma [1], bu konuya dair çarpıcı veriler sunuyor. Örneğin, yerel yönetimin iklim değişikliğinin kültürel miras üzerine etkisini ne kadar gündeme aldığı incelendiğinde alınan yanıtlar aşağıdaki gibi:

  • Evet %3

  • Fikrim Yok %21,2

  • Hayır %21,2

  • Çalışmalar Devam Etmekte %51,5

İklim değişikliği projelerini uygulamak için mali kaynak ayırıp ayırmadıkları veya mali destek alıp almadıkları incelendiğinde [2] ise belediyelerin yarısına yakın bir oranının, aşağıda sıralanan kaynaklardan yararlandıkları görülüyor ancak anket katılımcı belediyelerin diğer yarısına yakın bir oranı, hiçbir kaynağı kullanmıyor:

● Belediyenin kendi bütçesinden iklim değişikliği ile mücadele konusuna ayrılmış mali kaynak

● Başka bir yerel otoriteden (büyükşehir, valilik)

● Ulusal bir kurumdan (bakanlık ve benzeri)

● Avrupa Birliği Fonları

● Yabancı bağışçılar

Vincent Van Gogh "Buğday Tarlası ve Kargalar", 1890

İklim krizi ve krize bağlı afetler kimilerine göre “gerçek” değil. Örneğin, dünyanın bir bölgesinde felaketler yaşanırken başka bir bölgede kurak yerlerin yeşereceği düşünülüyor; bu nedenle krizin/afetlerin tek taraflı şekilde “kötü” olarak değerlendirilemeyeceği savunuluyor. Ne var ki kriz büyük oranda insan eliyle gerçekleşiyor. Doğanın evrimi gereğince olması gerekenler aşırı uçlara vararak, gelir dağılımı piramidinin en üstünde yer alan kitlenin çıkarları için tehlikeli boyutlarda yaşanıyor.

Doğaya naif bir bakışla yaklaşmakla, tüm kriz kanıtlarını inkâr ederek sorumluluk almayan bir tavır benimsemek arasında başka ihtimaller de mümkün olmalı. Doğanın her şeye rağmen mutlak bir güç olduğunu, kendini iyileştirebileceğini düşünmek demek; yaşama biçimlerimizin ve tüketim tercihlerimizin sorumluluğunu almaktan, bireysel veya kitlesel şekilde kaçındığımız anlamına gelir. Belli ki o meşhur paradoksa düşeceğiz: gezegeni kurtarmak bireylere mi kaldı? Ne yazık ki öyle görünüyor. Yerel veya ulusal örgütlenme ağında “talep eden yurttaş” olmaya devam etmek, talep etmekten yılmamak yapabileceğimiz en değerli şey. Tartışmalı olmakla birlikte, dünyada bu konuda, yani hak talebi konusunda ilginç sesler yükseliyor. Geçtiğimiz aylarda yapılan “müzede çorba protestoları” da bunlar arasında. Özellikle yeni kuşak protestocular, sanatın hâlâ en etkili araç olacağını düşünüp eylem yeri olarak müzeleri seçiyor. Vincet Van Gogh’un “Ayçiçekleri” tablosuna çorba fırlatarak başlayan eylemler farklı müzelerde devam etti. Daha sonra gelen açıklamalarda şu cümle öne çıkıyordu: “Doğa para için yok edilirken, doğa resimlerinin milyar dolar değerinde olması adil değil.” Eylemde kullanılan çorbalar da bir hayli ilginç bir seçimdi. 1950’li yıllarda yaygınlaşan Pop-Art akımı benzer saiklerle ortaya çıkmış, “her şey bu denli tüketime dayalıyken, hayatlarımıza pazarlamacılar yön verirken buyurun, paketlere bakın ve sanatsal haz duyun” demişti. Bu bakımdan düşündüğümüzde, görünen o ki değişen yalnızca iklim değil, koca bir kültür; yani kavramları hangi değerlerle yücelttiğimiz. İklim krizini yaşan bir toplumda sanatın üretim biçimleri de geçmişten günümüze sorguya tabi tutuluyor.

1509 İstanbul Deprem Gravürü

Bugünün insanı, hepimiz arayış ve kaçış içindeysek, birçoklarının düştüğü yanılgıyı unutmamalıyız; bu değişimden, krizden, yok oluştan payını almayan yerler ancak hayalimizde var olabilir. Bu hayal sorumsuz bir iyimserlikle değil; yurttaşlık bilinciyle, mücadeleci bir iyimserlikle gerçeğe dönüşebilir. İnsanlığı tek bir noktada buluşturan da bu hayaldir. Zamana direnen, zamanın öncesinde bile var olan bir yerde, işe yarayan bir şeyler yapma hissiyatıdır. Şimdiyse zamanın izleri bir kez daha silinme tehlikesiyle karşı karşıya. Öyleyse yeniden düşünmek gerek: Bize dokunmadığını sandığımız “küçük” felaketler üzerine...

 

 

Kaynakça

1. İklim Krizinde Dayanıklılık Olarak “Miras”, (Çevrimiçi) https://www.tarihikentlerbirligi.org/wp-content/uploads/Dayaniklilik-Icin-Kaynak-Olarak-Miras.pdf, s.72

2. A.g.e. s.73