Nairobi 1976 Kararları Perspektifinden Kentsel Korumanın Sosyal Sorunları | ÇEKÜL

Nairobi 1976 Kararları Perspektifinden Kentsel Korumanın Sosyal Sorunları

Yazan: Alp Arısoy - ÇEKÜL Vakfı Kent Çalışmaları Koordinatörü, mimar 

Yerel Kimlik Dergisinin 56. sayısında yayımlanmıştır. (sayfa: 58-61): http://online.fliphtml5.com/fvgh/vwww/

UNESCO ve ICOMOS tüzükleri, tarihi dokuların ve kültür varlıklarının korunmasına yönelik tüm disiplinlerin anayasası olarak değerlendirilir. Halen bu konularda politika ve uygulamaların temel referansı olan bu tüzükler, evrensel koruma kriterleri olarak kabul görmüştür.

“Koruma” kavramının tanımını ve dayanağını oluşturan Venedik Tüzüğü (1964) daha yaygın olarak tanınsa da; kentsel ölçekteki koruma ilkeleri büyük oranda, UNESCO’nun 1976 Nairobi Toplantısı Sonuç Bildirgesinde çizilmiştir. Bu bildirgede yer alan kararlar[1] eski yeni yapı ilişkisi, doku bütünlüğü, kent ekonomisiyle tarihi doku ilişkisi, kentsel gelişim ve koruma dengesi gibi başlıklarda halen güncelliğini sürdürmektedir. Ayrıca, korumanın çerçevesini; “tüm tarihi dokular ve çevreleri, içinde binalar ve mekânlar kadar insan faaliyetlerinin de bulunduğu bir bütün olarak ele alınmalıdır” (madde 3) ifadesi ile çizen Nairobi kararları, kentsel korumanın sosyal boyutunun da ön plana çıkarıldığı ilk uluslararası belgelerdendir.

Ülkemizde de kentleşme politikaları içinde önemi artan ve yeni uygulamalar ile zenginleşen kentsel koruma deneyimi, evrensel sorunları yerel dinamikler ışığında tartışmayı gerekli kılmakta. Özellikle korumanın sosyal boyutuna dair sorunlar, bu evrensel ilkelerin perspektiften -yeniden- irdelenmesi gereken konuların başında gelmekte. Tarihi Kentler Birliği içinde de başlıca çalışma konuları olan bütüncüllük, işlevlendirme, sivil katılım, kültür odaklı canlandırma gibi kavramların, bu bağlamda değerlendirilmesi için, Nairobi Kararlarının yeniden okunmasında yarar var.

Nairobi Kararları bize öncelikle, kentsel ölçekli bir koruma müdahalesini sadece mekânsal bir planlama sorunu veya inşaat faaliyeti olarak ele alamayacağımızı önermektedir. Tarihi dokunun içinde yaşayan toplulukların ve onların günlük yaşamlarının, dokunun bir parçası olarak değerlendirilip, analiz aşamasından itibaren “korunması gereken” kültür varlığının bir bileşeni kabul edilmesi gerekmektedir:

“Koruma alanlarında mimari analizlerin yanı sıra; demografik veriler, sosyal, ekonomik ve kültürel aktivitelerin analizleri, yaşam şekilleri ve sosyal ilişkiler, mal sahibi ve kiracı ilişkileri, iletişim ağları ve bağlantıları da incelenmelidir. Koruma çabaları bu etkenler göz ardı edilerek yapılamayacağından, idareciler için bu veriler öncelikli öneme sahiptir.” (Madde 20)

Türkiye özelinde restorasyon, sağlıklaştırma, kentsel tasarım projeleri başarıyla uygulandığı halde, uygulama sonrası dokuların istenildiği ölçüde canlılığa kavuşmaması; proje içinde, alandaki hayatın bir girdi olarak değerlendirilmiyor olmasıyla da açıklanabilir. Gerek yerel yönetimler, gerekse Anıtlar Kurulu gibi denetim kurumları, koruma uygulamalarını mimari proje kriterlerine göre, sadece mekânsal veriler ışığında değerlendirmektedir.

Nairobi Kararları, aynı bağlamda, Türkiye’de koruma uygulamalarında eksikliğini hissettiğimiz, katılımcı planlama süreçlerine de özel bir anlam atfetmektedir:

“Tüm koruma kararları ve bu kararların doğuracağı muhtemel sonuçlar kamuoyuna açık olmalıdır.” (Madde 16)

“İdarecilerin öncelikli görevi koruma alanlarında yaşayanların görüşlerini dikkate almak ve sivil katılımı sağlayacak organizasyonu yapmak olmalıdır.” (Madde 17.c)

Görüldüğü gibi, koruma projelerinde idarecilerin görevi karar vermek değil, katılımcı bir karar verme mekanizmasının organizasyonunu yapmak olarak ele alınmıştır. Bu açıdan bakıldığında, katılım sadece basit bilgilendirme toplantılarının ötesinde, tabandan demokrasinin işletilebileceği bir yönetişim aracı olarak değerlendirilebilir. Korumanın sorumluluğunun sivil inisiyatifle paylaşılması kimi zaman yerel yönetimlerce bir teferruat gibi görülse de; yaşayanların çözüm süreçlerinde fiilen sorumluluk almaları, uzun vadede yerel yönetim üzerindeki baskıyı da azaltacaktır.

Kültür odaklı canlandırma

Günümüzde TKB bünyesinde de sıkça tartışılan bir diğer önemli sorun ise, koruma alanlarının yeniden işlevlendirilmesi ve yaşatılmasına dairdir. Bu doğrultuda Nairobi Kararları, gerek TKB gerekse ÇEKÜL Vakfının öncelik verdiği “kültür odaklı canlandırma” stratejilerine de referans oluşturmaktadır.

“Koruma stratejileri, canlandırma faaliyetleri ile birlikte düşünülmelidir. Bu bakımdan işlevlerin ve yerel ekonomik faaliyetlerin devamlılığı sağlanmalıdır. Korumaya yönelik eylemlerin maliyet hesabı sadece korunan binaların değeri üzerinden değil, kullanım şekli göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. Aksi takdirde koruma faaliyetlerinin sosyal problemleri doğru biçimde değerlendirilemeyecektir. Yeniden işlevlendirmede yerel halkın sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçları, alanın özgün niteliğini bozmayacak şekilde dikkate alınmalıdır. Kültür odaklı bir canlandırma politikası, alanda içinde yaşayan toplulukların kültürel gelişiminin merkezinde olacak şekilde kurgulanmalıdır.” (Madde 33)

Türkiye’de de kentsel koruma deneyimleri karşılaştırıldığında, kültür odaklı bir canlandırma senaryosu ile ele alınan örneklerin, uzun vadede daha başarılı olduğunu görebilmekteyiz. Bu başarılı örnekler sadece restorasyon uygulamaları ile değil, kent yaşamındaki kültür odaklı dönüşümleriyle kendilerinden söz ettirmekteler. Çağdaş koruma yaklaşımları tarihi kent dokularının açık hava müzeleri gibi değerlendirilmemesini önerir [2]. Yaşayan kent, bir müzeden farklı olarak; ekonomik, kültürel ve sosyal dinamiklerle sürekli değişen/devinen bir kolektif eylem alanıdır. Sharon Zukin, koruma alanlarında bu dinamiklerden soyutlanarak yapılan “temizleme” projelerini; yapay, tiyatro dekoru hissi veren bir mekân algısı yaratmalarıyla eleştirir [3]. Kültür üretiminden bağımsız, sadece fiziksel bir ihya etme projesi olarak ele alınan alanları ise “tarihi kent temalı Disneylandlar” olarak tanımlar.

Kentsel korumanın, kültür odaklı canlandırma stratejileriyle birarada değerlendirilmesi, bizi korunanın ne olduğunu sorgulamaya davet etmekte. Bir kente kimliğini veren sadece tarihi binaların dış kabuğu mudur? Yoksa içinde ve çevresinde, can vererek biçimlendirdiği insan yaşamı mı?

Soylulaştırma sorunu

Son olarak, Nairobi Kararları koruma alanlarında soylulaşma sorununa da gönderme yapan, öncü bir uluslararası belge olarak kabul edilir[4]:

“Korumaya yönelik politikaların prensip olarak, koruma alanlarında spekülatif gayrimenkul değer artışına sebep olmaması gerekmektedir. Koruma alanında yaşayan toplulukların çıkarları bütüncül olarak gözetilmek zorundadır.” (Madde 12)

“Koruma müdahalelerinin sosyal dokuda kırılmalara yol açmaması öncelikli bir öneme sahiptir. Alanda yapılan koruma çalışmaları; dezavantajlı, düşük gelir düzeyinde toplulukların, kira artışları nedeniyle evlerini terk etmelerine yol açmamalı, geleneksel olarak iştigal ettikleri iş ve yaşam şekilleri bozulmamalıdır.” (Madde 46)

Her coğrafyada farklı etkenlere bağlı olarak gelişen soylulaşma sorunu, genellikle büyük metropoller özelinde tartışılsa da; orta ölçekli Anadolu kentleri ölçeğinde de farklı şekilde ortaya çıkabilmekte. Anadolu’da, geleneksel kent dokularımız bir yandan koruma çalışmalarıyla tekrardan canlanırken, bir yandan da konut işlevlerinin yerlerini turizme yönelik işlevlere bıraktığını görüyoruz. Bu değişim sürecinde mahallelerdeki değer artışının, dokunun geleneksel sahiplerinin yaşadıkları mekâna yabancılaşmasına sebep olup olmadığı ve koruma çalışmaları sonrasında mahallelilerin alanda ne ölçüde barınabildiği, bu kapsamda sorulması gereken soruların başında gelmekte.

Nairobi kararları büyük ölçüde, o döneme kadar özellikle Avrupa’da yaygınlık kazanmış koruma projelerinin bazen sosyal problemlere de yol açabildiğinin fark edilmesiyle; bu problemlerin tartışılması sonucu şekillenmişti. Benzer bir eşikte bulunan Türkiye’de de, kentsel koruma deneyimimizin iyi uygulamalara vesile olacak biçimde gelişmesi, sorunların tartışılarak, çözümlerin türetilmesiyle mümkün olacaktır. En büyük hazinesi, üzerinde barındırdığı insan yaşamının zenginliği olduğuna inandığımız Anadolu topraklarında, “kültürü korumak” kuşkusuz mekânsal olmaktan öte, sosyal içerikli bir emeldir. Bu doğrultuda, evrensel ilkelerden edinilen dersler, belki yerel çözümlerimize de kılavuzluk edebilir.

Kaynaklar:

[1]http://portal.unesco.org/en/ev.php-URL_ID=13133&URL_DO=DO_TOPIC&URL_SECTION=201.html

[2] Choay, Françoise 2001. A Alegoria Do Patrimonio. Sao Paulo: UNESP. (s:223)

[3]Zukin, Sharon 2010. Naked City: Death and Life of Authentic Urban Places. Oxford: Oxford University Press

[4] Cesar, Julio ve Sampaio, Ribeiro 2007. Gentrification, Is It Possible To Avoid It? City and Time 3(2), s:27-38