Metin Sözen'i Yaşamak
Yazan: Gürol Sözen, 3 Aralık 2025
Çok zor; çocukluğumuzdan sonsuz ölüme uzanan birlikteliğin derinliğini düşünüp yazabilmek. Üstelik bu sıradan bir ölüm değilse. Kendini bu topraklara adamış biri evet; Anadolu topraklarına serpilmiş kucak dolusu buğday başaklarından biri ise Metin…Yüzyıllar öncesinden Yunus Emre’nin, “ Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi”yse Metin.
Yaşamı boyunca, ana toprağında, Hititlerin güneşi ile yunmuş ise Metin…
Çok zor…bildiğim, bildiğiniz Metin üzerine sözcükleri sıralamak.
Kardeşi, arkadaşı, sırdaşı ve ağabeyliğini bile dillendirmeyen, telefon konuşmalarımızı sonlandırırken; “sevgiyle kal” diyen sıcaklığı ile Metin’i… Kuşkusuz, yazma gereğini duymamın nedeni, beni de sizleri de aşacak olan; unutkanlık!
Farkındaydı; yıllar öncesinden dillendirmişti: “Kolay değil, geçmişe gidip gelmek! İnsan yola çıktığı yeri hemen unutuveriyor.”
“Göklerin fırtına tanrısı dedi ki Kızılırmak’a: And içmeni istiyorum. Yatağını hiç değiştirmeyeceksin. O gün bugün yatağını hiç değiştirmedi Kızılırmak.”
Hattuşa’lı yani Boğazköylü Ülfet’ten doğma Metin de ana yatağını, toprağını hiç değiştirmedi bir Hititli olarak! Çünkü, yakın hafızası değil, binlerce yıl öncesinin derinliklerinde ki hafızayı da sahiplenmişti; yazıları, kitapları, söylemleri, dersleri, eylemleri yetmedi; ÇEKÜL’ü kurdu, dostlarıyla. Bir nedeni vardı: Yeryüzü uygarlığına öncülük eden Anadolu toprağının görkemli varlığını özümseyip unutmamak. Hiç kimseye de unutturmadı. Ömrü boyunca bu topraklara günlük çıkarları için feda edenlere inat… Seçtiği yetkin ve özverili dostları ile köşe bucak gezip dolaşıp Anadolu’nun kültürel mirasını sahiplenmesinin nedeni de bu… Yalın, açık, doğru ve gerçeğini yani bu toplumun varlık nedenini bağıra, bağıra söylediği, “Biz bu toprakların gerçek sahipleri mi, yoksa vurdum duymaz kiracısı mıyız? Biz, eskiler alıp eskiler satmıyoruz. Gelecek için bir geçmiş arıyoruz!” sözünü hatırlattığımda, “…ona, kirasını bile ödemediğimizi ekle,” demişti...
Her söylemi, bu topraklara ihanet edenler her kim ise; üst yada altta ki kim, kimler var ise, uluorta onlara karşı öfke dolu olduğunu hep hatırlattı; hangi konumda olurlarsa olsunlar. Çünkü kendini değil Anadolu’yu savunuyordu. Sanırım ilk kitabıydı; asistanlığın ilk yıllarında, aylığı ile ödeyip çıkardığı, “Anadolu kentler” ini içeren kitabı. Meteoroloji Müdürü olan babamızın ‘Cumhuriyet’in gönüllü ilk memurları’ olarak Anadolu’nun bir çok kentinde kurduğu ‘Rasathaneler’ nedeniyle bizler de birer gezgin öğrenci olmuştuk. Yarım yıl burada, yarım yıl orada! Hep, kilime sarılı denkler, istasyonlar, trenler, tıka basa kompartımanlarda yolculuklar geliyor aklıma. Yani Metin, o anıların içinde ‘Sanat Tarihi’ seçmişti…
Yıllarca önce, Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde, Cumhurbaşkanı, önceki ve yeni Büyük Millet Başkanları ve Bakanların ve Anadolu’dan gelen yüzlerce kişi önünde Metin Sözen’e ödül verilirken ki doğaçlaması unutulur gibi değildi. Salon, Metin’’i ayakta çılgınca alkışlıyordu. “Sayın başkanım, şunu unutmayalım. Yurt dışındaki toplantılarda, bu topraklar söz konusu olduğunda tokalaştığınız her yabancının elini acıtırcasına sıkın. Bu topraklar sıradan bir toprak değil.”
Arkamda oturan biri, “Metin hocanın ödülünü şimdi geri alacaklar,” dedi ve ardından fısıldayarak, “ Bu sözler, Her babayiğit’in işi değil,” sözleri hiç çıkmadı aklımdan. Neyine güveniyordu? Yarattığı eserin toplumsal gücüne.
12 bin yıllık Anadolu toprağının doğası, kültürel yapısı, sanatı, bilimi, mimarisi, masalı, edebiyatı börü böceği, bulutu suyu, kadını erkeği, çoluğu çocuğu ve oyalı yazmasından da sanki o sorumluydu.
Metin, Neyi yaşadıysa onu dillendirip sahiplendi. Ney sahiplenmişse onu yaşadı, yazdı, savundu ve hayata geçirdi. Çevre ve kültür değerlerini koruma vakfı ÇEKÜL simgesinin ayrıca, sevimli bir karşılığı vardı. Özellikle taş ustasının kullandığı, yer çekiminin doğruluğunu gösteren şakul. O günlerde bu simgenin çok tartışıldığını hatırlıyorum. Bir ipe bağlı konik bir demir, aslında hayatın da simgesiydi. Yalnızca bir yapının yıkılmadan ayakta kalması değil; insanın da tanımı idi…Ne kadar da basit! Aslında değil. Binlerce yıldan beri var olan, bir taş ustasının yanından hiç ayırmadığı bir ip ve paslanmış konik bir demir… Bu ayrıntı, Metin’in hayatı nasıl algıladığını, doğrunun yanında eğrinin de var olacağının göstergesi, kanıtıydı: Yıkılmadan durabilmek. Yarınlara kalan uygarlıklar gibi… Akçeli işlerden de hiç hoşlanmazdı; anlamazdı da zaten! Oysa onlar ne çoklardı!. Farkındaydı. Ama çok iyi biliyor ve tanıyordu ki Cumhuriyet’i, tüm yokluk ve yoksulluklara rağmen ölümü hiçe sayan ve bedel ödeyenlere borcu vardı: Ve binlerce yıllık onur duyulacak görkemli mirası biri, birileri sahiplenmeliydi…
“ÖNCE İNSAN”
Yıl: 1990. ÇEKÜL’ün ilk kuruluş yılı. Kariye’de bir otel girişinde, kendi alanında yetkin ve sevecen dostlarla toplanmıştık. Kuruluş için, para pul hak getire! Metin, “ Önce insan. Parlayan her şey altın değil. Önce insan! En zor bulunan insan. Bilgili, görgülü, aile terbiyesi görmüş; Ben, ben demeyen. Binlerce yıldan beri sürüp gelen uygarlıkları yüreğinde hisseden insan bizim önceliğimiz. Onun için bir aradayız. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’na başlarken para pul mu vardı? Görkemli Anadolu toprağı paramparça ve yapayalnız duruyordu. Cumhuriyet’in kuruluş yılları gibi özverili bir heyecanla buradayız. Aradığımız, onurlu bir kimlik; yarınlar için de…” O tarihlerde İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde asistandı. Sanat Tarihi derslerinin yanısıra ‘Devrim Tarihi’ dersleri de veriyordu. Nutuk başucu kitabıydı. Okula yeni giren öğrencilere ilk dersinde Atatürk’ün sözlerini hatırlatırdı:” Nerede, niçin bulunduğunuzu araştırın, öğrenin ve farkında olarak hayata başlayın.” İşte ÇEKÜL’ün başlangıcı…
Hiç unutmuyorum, Atatürk’ün açıklamasını; Ankara ve İzmir’de açılan ‘Destan ve Onlar’ sergimin özel salonunun duvarlarında da yer aldı bu söylem: “Ben 1919’da Samsun’a çıktığım gün elimde hiç bir maddi güç yoktu. Yalnızca büyük Türk ulusunun soyluluğundan doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi güç vardı. İşte ben bu ulusun gücüne güvenerek bu işe başladım.”
Kariye’deki toplantıda bu sözü aktardı mı hatırlamıyorum. Ama sonra, hep tekrarladı. Unutulmaması gereken bir birliktelikti o gün. Tüm dostlar, ‘güle oynaya’ heybesinde ne var ise ortaya konduğu bir ilk gün!..
Kar yumağı gibi ama erimeyen, giderek çığ gibi çoğalan bir ÇEKÜL bugün yerel yönetimler olarak 480 sayısına ulaşmışsa bunun bir nedeni olmalı…
BİR ANI
Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’nde Atlas Sineması’nın en üst katı; çık, çık bitmeyen daracık merdivenler. Bir arkadaşımızın bürosuydu, bize devretti. Dostlarla imece ; herkes evinde gözden çıkardığı eşyalarını taşıyıp getirdi; tüten Vezüv marka bir gaz sobası dahil!..
Bir süre sonra ben de Beyoğlu’nda resim atölyesi için mekan aramaya başlamıştım.. Girmediğim , görmediğim mekan kalmadı. Cep delik cepken delik ama düşler öylesine zengindi ki…Beyoğlu’nun eskilerinden sevimli bir komisyoncu, orası, burası der iken Ekrem Tur Sokağı’na da götürdü beni. “Sorunlu ve bıçkın yatağı bir sokak burası. Ama siz gençler gelebilirse adam edersiniz. Bulup buluşturun alın bunu. Benim de katkım olsun. Komisyon almayacağım. Ve satın alabilmeniz için uğraşacağım.”
Öylesine çekici bir yapı ki ‘tam bizlik’ ama satın almam ne mümkün. Metin’e söyledim. Tam ‘ÇEKÜL’lük, dedi. Tüm dostlarla hemen yola koyulduk. Bir gün, hep birlikte demir kapıdan içeri girdik ki ne görelim; çift merdivenli ve freskolu iki niş. Yukarı zar, zor çıktık. Hangi kapıyı açtıysak kaçak göçmen dolu. Bugün Metin’in çalışma odasında yaşlı ve ağır bir hasta yerde yatıyor. Pasolini’nin filmlerinden bir sahneydi sanki. Biz ona, o bize bakıyoruz!…Sokağa çıktığımızda bacaklarımızda pireler cirit atıyordu! Kapı önündeyken sokaktan biri yanıma geldi: “Benden söylemesi. Sizi burada yaşatmazlar, “demez mi?..
Öyle yada böyle uğraşa, didine anıt yapı satın alındı. Haftalarca, kaç kamyon hatırlamıyorum ama, toprak ve ‘mezbele’ boşaltıldı ve restore edildi.
Bu bir anı. Ama anlatılmalıydı. Çünkü, her toplumsal olgu başlangıcında; hele konu Anadolu coğrafyası adınaysa, üzerine küller serpiliveriyor hemen. Yakın geçmişini unutan, nasıl binlerce yıl öncesini hatırlasın? Üstelik, umurların da bile değilseler! Metin, dostlarıyla cımbızla çekerek tek, tek kendi kentlerinin mirasını onlara hatırlattı! Çünkü, ortak ve evrensel bir mirastı dünden kalanlar. Yalnızca mimarisi ile değil, toplumsal yapısı ile birlikte.
Metin’in ‘önce İnsan’ öngörüsü bu nedenle boşuna değildi . Söyleminde ki her ayrıntı, geleceğe de bir göndermeydi. Hem de yalın, örtüsüz ve ödün vermeyen, iğneden ipliğe düşünülmüş. İçinde edebiyatın da yer aldığı sözcükleri de kullanarak: Kırgın, kızgın, okşayıcı ve pervasızca! Çünkü, çocukluğundan beri özümsediği bir güçle…
“ Geçmişini sorgulamayan bir toplum. Geleceğini inşa edemez. Biz hiçbir zaman hazıra konmadık; Cumhuriyet için savaşanları da hatırlamak ta yarar var,”demesi bundan.
“KOLAY DEĞİL GEÇMİŞE GİDİP GELME”
“Kolay değil geçmişe gidip gelmek… İnsan yola çıktığı yeri hemen unutuveriyor. Kolay değil, yanlışları üretenlerin, doğruları üretenlerin yollarını tıkayarak yol gösterici olmaya soyunmaları. Bu toplum, ülkesinin doğruları için çalışanlara bugüne kadar hangi ödülü verdi? Dün çevreyi, kültürü yok edenler, bugün çevreden ve kültürden söz ediyorlarsa, bu bir anlamda çok şeyin elden gittiğini gösterdiği kadar da ( zorunlu da olsa) kendi içinde özünü yitirmeden ama üreterek bir değişmeye de işaret ediyor. Ama kırıp dökmeden kavgasını da sanatın, bilimin ışığında yaratarak.”
“Geçen kırk içinde düşüncelerime, eylemlerime ‘müstehzi’ bakanlar şu günlerde gözümün önünden daha çok geçer oldular. Neden bilmem! Bir kez daha tekrarlıyorum: Kolay değil yanlışları üretenlerin, doğruları üretenlerin önünü tıkarken bir yandan da ‘yol göstericiye’ sıvanmaları…Çünkü günümüz; ‘dünü bıraktım, yakın hafızası bile olmayan yığınların peşinde…
Keşke, ben yanılsam. Kalanlar kalsa. O her şeyi bilenler, gözlerini bu topraklara daha çok çevirseler. O zaman, Anadolu’nun ‘ kültürel kimliği’ daha sağlıklı ortaya çıkacaktır…”
“Eğer bu topraklar doğru kullanılacaksa, tükettiğimiz doğal yapı iyileştirilecekse; Buna koşut olarak siyasal ortamın bilinçli baskı gruplarıyla da sürekli yol alınması gerekmektedir…
Biliyorum, uygulaması zor bir süreç! Ama kaçınılmaz. Araştıran, gözlemleyen, yazan, çizen, belge bırakan bir toplum içinde hiçbir nokta karanlıkta kalmamalıdır…hiç bir nokta…”
“Neden mi bunları söylüyorum? Aklın, tarihten gelen birikimlerle buluşması gerekir. Yüksünmeden, böbürlenmeden hayata dokunması, buluşması gerekir.
Aktarılan, süzülerek gelen her bir miras geleceğin de kapılarını aralayacaktır. Ama özveri ile. İnanç ile. Karşılık beklemeksizin.
Sınırlar yanlış şekillenebilir. Ama kültürün, kültürlerin sınırları iç içedir ve fark edelim yada etmeyelim kentleri bütünleştirir.”
“Bu ülkede bir işe başlarken, “paran ne kadar,” diye sorduklarında çok kızıyorum…Ben de onlara, aklın ne kadar? Bilgin, birikimin ne kadar? Söyle bakalım! Bu güne kadar bu topraklara ne katkın oldu, diye soruyorum?
Doğrusu, çok zor. Anadolu topraklarının her diliminde, her kesiminden yöre halkı ile kurulan dostlukların bir gerekçesi var: Farkındalık. Geçmişin geçmediğini ve yarınlara nasıl kalabileceğini onlarla birlikte kanıtlamak. Mimariden kent dokusuna, sokak ve evlerden kent müzelerine ve günlük hayatlarına, sofralarına dokunabilmek…Bunun adı, kent kimliğidir. Biz bu kimliği ite kaka ve imeceyle, ama benimseterek hayata geçirdik. ”
GELECEK İÇİN BİR GEÇMİŞ
“Türkiye, kendi varlık nedenini kendisi kanıtladığı, toprağın altı da üstü de benim dediği zaman bu topraklarda ki varoluş nedenini anlayacaktır. Görkemli Anadolu toprağında yaşayan , sorumluluk bilincini yükümlenmiş dostlarımla geçen uzun zaman diliminde gördüğüm en güzel şey; birlikte ki özveriydi. Bağnazlıktan uzak, birlikte düşünüp tartışmak, bölgenin gerçek kimliğini günışığına çıkarmak. Birlikte yaşayıp, birlikte üretmek. Paylaşılmayan hayat ,geleceğin kültürel mirasına sahip olamaz. Gelecek için bir geçmiş, demem ondan.”
Metin’in özenle koruduğu ve her kesimden Anadolu’lu olmanın sevincini birlikte dostlarıyla paylaşırken de ödün vermeden, adlandırmadan yığınlara ulaşabilmesinin tek nedeni; önce insan idi. Sıfırdan başlayıp çevresinde ,tanıdık tanımadık. Çoluk çocuk. Genç yaşlı demeden kendiliğinden oluşan sevgi dalgaları boşuna değil. Sıfırdan başlayarak, 35 yılda bugün 470 yerel yönetime dostları ile birlikte ulaşılmış ise bir nedeni, özelliği olmalı. Metin, İstanbul için: Vahşi kentleşmeden ötürü, Anadolu’nun kenti İstanbul, derdi gülerek.
Gündelik çıkarlardan öte doğayla bütünleşen toplumsal yapıyı gün ışığına çıkarmasının nedenini iyi düşünmek gerek. Yaşamı boyunca, Anadolu topraklarının 12 bin yıllık uygarlıklar zincirinin her halkasını birbirine bağlayıp, bir yudum kahvesini içerken günlük hayata aydınlık bir mekanı, hayatı anlatabilmek kolay değil. Kentler yalnızca mimarlık mirası ile değil, o yörenin insanı ile bütünleşmesi ve o yöreye özgü yaratıcılığı hayata geçirmekle mümkündür. O nedenle olsa gerek; şair, yazar ,edebiyat, sanat, bilim ve basında ki usta yazar ve çizerlerin yakın arkadaşı olması boşuna değil. Tüm dostlarını otobüslerle Anadoluya götürdü. Onları, Yöre halkıyla tartıştırdı. Amacı, yerinde halkı gözleyip, dinlemek. Yani ben değil biz… Basında özellikle, o zor dönemlerin Akşam gazetesinin yazı işlerinde görev alması ; Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’li günleri hiç anlattı mı bilmem?
Tüm bu ilişkilere karşın hiçbir gün ÇEKÜL ile ilgili basına, günümüz tanımı ile ‘piar’ yapmayı yeğlemedi. Çünkü korumacılık için ikide bir basında yer almak yerel yönetimler için sakıncalıydı; korumacılık partiler üstü bir olaydı. Herkes kendi işini yapmalıydı. Metin’e kurulda önerdiğim tek bir şey vardı: ÇEKÜL’ün Anadolusu ve tüm hayata geçirilen kültürel dokunun yer aldığı, fotoğraflar, belgelerle (var olanların dışında) ayrıntılı ve kapsamlı bir kitap oluşturmak ve yarınlara doğru dürüst kanıt bırakmak. Aldığım yanıt: Gürol ben o kapsamlı kataloğa yatırılacak para ile Anadolu’da anıtsal bir eseri onarıp hayata geçiririm.”
Anadolu’da ki Metin Sözen efsanesi boşuna değil. Metin Sözen caddesi, Metin Sözen kültür evi ve…” Yerel yönetimde ki dostlarına, “Oraya buraya adımı komayın. Teşekkür ederim ama siz gidersiniz; biri gelip kaldırıp atar.”
Metin’in Anadolu toprakları adına yazmadığı, dersini vermediği hiç bir not ve kitap yok. O yörenin kimliğini pekiştirecek her şey gündemindeydi onun. Ve hep, her gittiği yerde sorup sorgulardı; kadın, erkek iş erbabı kimler var? Hiçbir şey bilmiyormuş gibi.
Yaşamı boyunca, inandığı, sonucuna güvendiği hiçbir projeyi ertelememiş, hepsini hayata geçirmiştir. Tabii ki özverili dostlarıyla. Kolay değil, dünya nimetlerinden uzak kalmak. O nedenle Metin, kardeş olmamızın ötesinde o bir okul. Her söyleminde bir bilgelik var; yalın Türkçesi ile. Yetinmeyen, kuşkuyla sorgulayan ve bilgece. Kendini eleştiren. Umut ile umutsuzluk arasındaki bir sorgulama ve başkaldırı…
Her halkasını toplumla yaşanır kılabilmenin özü neydi acaba, diye ben de kendimi sorguluyorum. Her yalnızlık kendi içinde filiz verir. Metin , kendi iç yalnızlığı hariç, hiç yalnız kalmadı. Çünkü o, Anadoluydu! Ama hep birlikte üretmek te doğanın kuralı . Her zaman ve her koşulda alınacak çok dersler var. Sahiplenilmesi ve çiçek açması ise gelecek kuşakların işi ve mirası demedi hiç. Zora karşı çıktı, kolaya yüz vermedi hiç.
Unutulmaması, tekrarlanması gereken başka bir şey daha: Metin’in 35 yıl önce söylediği: Önce İnsan. Zor koşullarda bile yaratan, üreten insan. Doğayla bütünlenmiş bilginin, bilimin, sanatın, edebiyatın, yerel ögelerin ve göreneğin öncülüğünde…
Kayda geçmiş bir tanımı da ; bugün bile ürkütüyor beni ve durmadan tekrarlıyorum: “Bu toplum, ülkesinin doğruları için çalışanlara bugüne kadar hangi ödülleri verdi?”
Kuşkusuz bu ödülün karşılığı yok.
“SEVGİYLE KAL”
Kolay değil dünya nimetlerini umursamadan yola koyulmak. 35 yıllık büyük zaman dilimini ödün vermeden, siyasal kurumlarla da gerekli kavgasını ayakta tutarak bir kimliği yaratmak. Korunan yalnızca mimari değil; ona verilen işlev. Yani, yaşanır mekan ve mekanları bulup çıkarmak onu iyileştirmek. Kolay değil; üstelik, yakın hafızası bile olmayan bir ortam da doğanın, 12 bin yıllık kültür mirasının her adımına, çocukluğundan sonsuza kadar sahip çıkabilmek. Kitaplar çıkarmak. İnandığı, düşünüp söylemediği, tepesi atınca da hiç çekinmeden neler söylediğinin tanığıdır dostları. ÇEKÜL, bir imecedir. Hele, geldisi, gittisi belli olmayan bir toplumda.
Önceliği ise; köşe bucak çok iyi bildiği üzerine toz kondurmadığı Anadolu. O, Anadolu’nun sesine hep kulak verdi. Çünkü, binlerce yıllık bir birikim vardı Anadolu’da. Tümüne yetişebildi mi? Ne mümkün! Dertlendiği de oydu: “Onurlu bir geçmişi, kendine yaraşan bir kimlikle ve gelecek adına sürdürebilmek için zamanın kalmaması…”
Hiç unutmuyorum ve ben de her yerde tekrarlamaktan onur duyuyorum. Yaşadığımız ortama da bir gönderme! Metin’in asistanlığı sırasında görüp yaygınlaştırdığı bir kitabe var. Metin ile Anadoluyu, Selçukluları, günümüzü konuştuğumuzda hep bu kitabe’yi dillendirirdik. 300 yıl öncesinden taptaze ve ders alınacak bir söylem: Selçuklu sultanı İzzeddin Keykavus’un ,sanırım kümbet’inde ki bir kitabe: “Biz cihanı terk edip gittik. / Zahmet ve rahatını nakşedip gittik. / Bundan sonra nöbet sizdedir / Biz kendi nöbetimizi tuttuk ve gittik.”
Hiç unutmayacağım! Telefonla ne zaman görüşsem, tabii ki dostlarıyla da son cümlesidir: “Sevgiyle kal…”